1953 yılında Türkiye'ye ne oldu ?

Onur

New member
1953: Türkiye’nin Kırılma Yılı – Sıcak bir hatıranın soğuyan gölgesi

Selam forumdaşlar. Tarih denince çoğu zaman büyük savaşlar, darbeler, devrimler konuşulur. Ama ben bu akşam size “sessiz ama sarsıcı” bir yıldan bahsetmek istiyorum: 1953. Belki televizyonlarda görmediniz, okul kitaplarında üstü hızlıca geçilmiştir ama 1953, Türkiye’nin hem siyasi hem sosyal hem de psikolojik anlamda yön değiştirdiği bir yıldır. Bu yazıda biraz verilerden, biraz insan hikâyelerinden, biraz da dönemin ruhundan bahsedeceğim. Çünkü bazı yıllar vardır; sadece rakamlarla değil, insanların kalp atışlarıyla anlaşılır.

Demokrat Parti’nin rüzgârı: Refahın büyüsü, özgürlüğün sınırları

1953, Demokrat Parti (DP) iktidarının üçüncü yılıydı. Celal Bayar Cumhurbaşkanı, Adnan Menderes Başbakan. Halk hâlâ 1950 seçimlerinde tek parti devrinin bitişinin heyecanını yaşıyor. Köylerde radyolar çoğalmış, şehirlerde minibüsler dolmaya başlamış, “yeni Türkiye”nin sesi yükseliyordu. Elektrik, yol, su gibi altyapı yatırımları kırsala kadar ulaşmaya başlamıştı. Veriler bunu doğruluyordu: 1953 itibarıyla Türkiye’nin elektrik üretimi 3 milyar kWh’ı aşmış, traktör sayısı 40 bini geçmişti.

Ama bu kalkınma coşkusu, beraberinde tek sesli bir iktidar anlayışını da getiriyordu. 1953’te, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en önemli siyasi davalarından biri sonuçlandı: Cumhuriyet Halk Partisi’nin mal varlığına el konuldu. Evet, yanlış duymadınız. İktidardaki Demokrat Parti, rakibini tamamen etkisizleştirmek için CHP’nin malvarlıklarına el koydu. Bu olay, bir dönemin siyasal kutuplaşmasının derinleştiği anlardan biri olarak tarihe geçti.

Bu noktada erkeklerin pratik, sonuç odaklı bakışı “iktidar sonuç alıyor, hızlı ilerliyor” diyebilir. Ama kadınların daha topluluk merkezli, empatik bakışı “ülke ikiye bölünüyor, diyalog kopuyor” uyarısını o günlerden hissetmişti. O yüzden 1953 sadece ekonomik atılımın değil, demokratik gerilimin de yılıydı.

İstanbul’un kalbi durdu: 4 Mart 1953 – Üsküdar Faciası

O yılın en yürek burkan hikâyesi, soğuk bir mart sabahında yaşandı. 4 Mart 1953’te, Üsküdar açıklarında “Tınaztepe” vapuru battı. 392 yolcudan sadece 40’ı kurtulabildi. Yani 352 insan, işine, okuluna, hayatına giderken bir anda Boğaz’ın karanlık sularına gömüldü. Kurtarma çalışmaları günler sürdü, sahil boyunca kaybolan çocuklarının ayakkabılarını, eşarplarını arayan insanlar görüldü. Bu olay, İstanbul’un hafızasında hâlâ yankılanır.

Kadınların duygusal ve empatik yönü, bu faciayı “bir ülkenin ihmalkârlıkla sınavı” olarak gördü. Anneler, eşler, kız kardeşler kayıplarının adını anmak için yıllarca vapur iskelesine karanfil bıraktı. Erkeklerin pratik bakışıysa deniz ulaşımında güvenlik düzenlemelerinin ve liman yönetiminin değişmesi gerektiğini öne sürdü. Biri acının sesini yükseltti, diğeri çözümün yolunu aradı. Türkiye ise iki ses arasında kaldı: “Unutalım” diyenler ve “unutursak tekrar eder” diyenler.

Ekonomi büyüyor, borç da büyüyor: Parlak vitrin, çatlayan temel

1953’te ekonomi rakamları umut vericiydi. Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH) yıllık %7 büyüyordu. Tarımda verim artışı görülüyor, Marshall yardımları sayesinde traktörleşme hızlanıyordu. Fakat dış borçlar da aynı hızla artıyordu. Menderes hükümeti ithalatı artırarak “modernleşme”yi hızlandırmak istiyordu ama dış ticaret açığı 200 milyon doları bulmuştu. Bu, o dönem için devasa bir rakamdı.

Bu veriler, Türkiye’nin “batıya yönelim” stratejisinin de ekonomik bir yönü olduğunu gösteriyordu. 1952’de NATO’ya giren Türkiye, 1953’te artık Batı blokunun parçasıydı. Ancak bu yönelim, iç üretimi zayıflatıyor, dışa bağımlılığı artırıyordu. Bir yandan “Batılılaşma” övülüyor, öte yandan “bağımsızlık elden gidiyor” kaygısı büyüyordu.

Forumdaşlar, sizce o dönemde yapılan kalkınma hamleleri bugünün temellerini mi attı, yoksa uzun vadede kırılgan bir ekonomi mi yarattı?

Toplumda dönüşüm: Kadınların sessiz yükselişi

1953’te Türkiye’de kadınların kamusal görünürlüğü hızla artıyordu. Üniversitelerde kadın öğrenci oranı %10’u aşmış, şehirlerde kadın memur sayısı yükselmişti. İlk kadın belediye başkanlarından Müfide İlhan gibi figürler artık topluma yön veriyordu. Radyo programlarında kadın sesleri, öğretmen kürsülerinde kadın figürleri çoğalıyordu.

Bu, erkeklerin hâkim olduğu kamusal alanı yavaş ama kararlı biçimde dönüştüren bir değişimdi. Erkeklerin “pratik” gözünden bu, üretkenliğe katkıydı; kadınların “topluluk” gözündense görünürlük ve eşitlik mücadelesiydi. Kadınların o yıllardaki yükselişi, Türkiye’nin kimlik inşasında belki de en sessiz ama en güçlü devrimlerden biriydi.

Yıkılan bir mezar, sarsılan bir sembol: Mustafa Kemal Atatürk’ün naaşı Anıtkabir’e taşındı

10 Kasım 1953’te, Atatürk’ün naaşı Etnografya Müzesi’nden alınarak Anıtkabir’e taşındı. Bu, bir ulusun yeniden kendi tarihine bakışıydı. Devlet töreniyle gerçekleşen nakil sırasında yüzbinlerce insan Ankara sokaklarına döküldü. Kimileri gözyaşlarıyla “Artık yerini buldu” dedi, kimileri “İktidarın samimiyeti sorgulanmalı” diye düşündü. Çünkü Menderes hükümeti ile CHP arasında süren ideolojik çekişme, Atatürk’ün mirası üzerinden bile sürüyordu.

Bu olay, birleştirici bir an gibi görünse de, aslında Türkiye’nin ideolojik fay hatlarını daha da belirginleştirdi. Kadınlar için bu tören bir veda değil, bir yeniden doğuştu; erkekler içinse devletin gücünü ve sürekliliğini simgeliyordu.

1953’ün ruhu: umut, kutuplaşma ve yenilenme

1953 yılına dışarıdan bakıldığında kalkınma ve değişim yılı gibi görünür. Ama içine girdiğinizde, bu değişimin sancılı bir dönüşüm olduğunu görürsünüz. Kırsalda köylü modern tarım araçlarıyla tanışırken borçlanıyordu. Şehirde insanlar elektrikle aydınlanırken komşuluk ilişkileri çözülüyordu. Demokrasi güçlenirken, muhalefet zayıflıyordu. Kadınlar görünür hale gelirken, toplum bu yeni rollere hazır değildi.

Bu çelişkilerle dolu tablo, Türkiye’nin “modernleşme travmasının” özeti gibiydi. 1953, bir ülkenin hem umutla büyüdüğü hem de kendi içinde sessiz bir gerilim biriktirdiği bir yıl oldu.

Sizce 1953 bize ne öğretti?

Forumdaşlar, 1953’e bugünden baktığınızda ne görüyorsunuz?

– Sizce Türkiye o dönemde doğru yönde mi ilerliyordu, yoksa “hızla giden araba” bir duvara mı çarpmak üzereydi?

– Kadınların toplumsal rolündeki değişim, sizce yeterince fark edilmiş miydi?

– Ve en önemlisi: 1953’ün siyasal kutuplaşması, bugünün politik diline ne kadar benziyor?

Yorumlarda hem veriye hem kalbe dayalı fikirlerinizi paylaşın. Çünkü 1953’ü anlamak, sadece geçmişi değil, bugünü de anlamak demek.